Daha önceden belirttiğim üzere Portland Trail Blazers - New York Knicks maçı için televizyon başına geçtim ve maçı izlemeye çalıştım. Çalıştım diyorum çünkü yazının devamında da belirttiğim üzere kötü basketbol ve Portland'ın nereye gittiği gibi farklı düşünceler sayesinde maçtan kopmaya başladım. Maçı sonuna kadar takip etsem de maçla ilgili yazan her analiz ilk yarıya aittir. Maç 100 - 95 Portland lehine sonuçlanırken Portland 3-0'la sezonu açmış oldu.
Yazının devamında ise maç devam ederken yazmaya başladığım ancak maç devam ederken ara verdiğim bir çalışma var. Portland'ın son 10 yılını tek yazıya sığdırmak mümkün olmadığından ve New York Knicks'e de değinmek istediğimden dolayı yazıyı bölümlere ayırma ihtiyacı duydum. Bakalım maçın ilk yarısında neler gözlemlemişiz ve Portland neler yaşamış:
Maçın ilk çeyreğinde basketbol adına özellikle New York cephesinden fazla birşey göremiyorduk. Bir kere savunmada hiç yoklar. Amare Stoudemire hücumda komple bir uzun olabilir ama savunmada kılını kıpırdatmıyor. Hele D'Antoni'nin yanına dönüp tekrar run&gun tarzı oyuna geri dönünce, savunmada Michael Olowokandi'den sonra gördüğüm en tembel performansı sergilemekte kendisi. New York'un Amare haricindeki çekirdek kadrosunda yer alan Raymond Felton, Danilo Gallianari gibi isimlerin de savunmadan çok hücumda aktif olduklarını kabul etmek gerekir. Oyunun diğer tarafında da bu kadar dinlenmeye rağmen çok etkili görünmüyorlar açıkçası. Bir kere oyunlarında bir düzen yok. Evet D'Antoni'nin sistemi çok fazla bireyselliğe, şuta ve koşmaya dayanıyor ancak Knicks kadrosunda Phoenix tarzı bir sistem oluşturacak kalitede oyuncu sayısı pek yeterli gibi gözükmüyor. Özellikle Raymond Felton bana kalırsa çok overrated bir oyun kurucu. Maç başına 7-8 asist gayet güzel istatistik gibi gözükse de Raymond Felton'da ne Nash'in ne Kidd'in ne Paul'un sahip olduğu liderlik özelliği yok. Ciddi şekilde bazen düşünüyorum sahada olsam bu adamın dediklerini yapar mıyım diye. Knicks'i toparlarsak görünen o ki belli bir süre daha şutları girdiği sürece maç kazanacaklar. Savunmada bu kadar isteksiz (Şu an Turiaf'ı ve Wilson Chandler'ı bir köşeye ayırmak istiyorum.), hücumda bu kadar düzensiz oynayarak gidecekleri en iyi yer aşşağı sıralardan playoff yapmak olabilir.
Gelelim asıl mevzuya yani Portland'a. Portland Trail Blazers bana kalırsa NBA'in en sempatik takımlarından birisi. Brandon Roy - LaMarcus Aldridge çekirdeğini üzerine yaptıkları doğru hamlelerle Jail Blazers etiketinden kurtulmayı başarmış ve son 2-3 yılda düzenli playoff yapan bir takım haline gelmişlerdi. Ancak şu an takip etmekte olduğum maç gösterdi ki bu takımın gelebileceği en yüksek nokta biraz zorlamayla Konferans Yarı Finali'nde 4-2 yenilmek gibi birşey gözüküyor. Kadronun çekirdeği geçen seneyle aynı. Sahaya çıkan ilk 5'te ( Andre Miller - Brandon Roy - Nicolas Batum - LaMarcus Aldridge - Marcus Camby) herkes istikrarsız (evet Roy dahil bu genellemeye) ve Roy hariç kimse topun el yaktığı anlarda güvenilir isimler değil. Bu fikirler kafamda dolaşırken maça olan konsantrasyonumu kötü basketbolun etkisiyle kaybederken aklıma Portland'ın son 10 yılda geçtiği dönüm noktaları geldi. Bakalım Portland 2000'den itibaren nasıl dönüm noktalarından geçmiş, şampiyonluğu nasıl kaçırmış ve neleri yanlış yaparak şu anki Oklahoma City Thunder'ın daha gelişmiş bir versiyonu olmayı nasıl kaçırmış?
2000 yılının Haziran ayı Portland şehri adına hatırlanmak istenmeyen anılarla dolu. Portland'ın Damon Stoudemire - Steve Smith - Scottie Pippen - Rasheed Wallace - Arvydas Sabonis beşi Batı Konferansı'nı 3. bitirmiş; 3-1 lik Minnesota ve 4-1 lik Utah gibi nispeten kolay geçen serilerin ardından Lakers'ın rakibi olmuştu. İlk 4 maçın ardından 3-1 önde olan Lakers Staples Center'da seriye çabucak nokta koyma peşindeydi. Portland ise evinde kaybettiği 2 maçın ardından havlu atmaya çok yakındı. Ne de olsa Bill Walton'dan beri Drexler'la yaşanan final haricinde başarısızlık ve sezona erken havlu atma Portland'la özdeşleşiyordu. Portland, tarihine inat edercesine ayağa kalktı ve Staples Center'ı 96-88'lik galibiyetle susturdu. Yine de herkes serinin Rose Garden'da biteceğinden emindi. Lakers Kobe - Shaq ikilisinin en verimli yıllarındaydı ve Phil Jackson'ın kumandasında yenilmez gibi görünüyordu. Yine de Portland inançlıydı. Bu sefer makus talih kırılacaktı. Rose Garden'da gelen 10 sayılık galibiyet ve iyi oyun, seri 7. maç için Los Angeles'a giderken Portland cephesinde bir ışık yakmıştı. Yedinci maç kazanılırsa Doğu Konferansı'ndan gelecek takımı yenmek daha kolay olacaktı. Kasedi hemen 7. maçın 4. çeyreğine saralım...
Bölüm 2'de bu geceki Chicago - Portland maçıyla beraber Portland'ın yaşadıkları devam edecek.
2 Kasım 2010 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
3 FARKLI FIKIR:
Bu maçı aldıysak Dre sayesinde aldık. Üzülerek söylüyorum bunu ama zor zamanlarda bastıracak Dre dışında bir hücum silahımız yok. Ve onu da takasla filan vermeyi düşünüyoruz. Gerçi adam assist de yapsa tarzı bize uymuyor ama Roy'da kritik zamanında haklı olarak şutuna güvenmiyor pasifleşiyor. CP3 de NY'a gidecek gibi bizim için şampiyonluk ancak Greg canavar gibi dönerse mümkün ki o da ne kadar mümkün allah bilir.
Chicago maçını da vermişiz hemen Dre'nin statlarına bakıyorum yani belli o durursa takım öyle çalışıyor ama bal yapmıyor.
2000 konferans finali portland için dönüm noktasıydı,4. maçta 10 küsur sayı öndeyken son periyotta maçı verdik ve muhtemel nba şampiyonluğundan olduk.Sonrasında 10 senede bu kadoryu oluşturabildik.Bu kadrodan herkes ümitliydi ben dahil.Ama açık bir şekilde takımın hücum adına bir özelliği yok.Maçları sağlam defansımız sayesinde alıyoruz.NBA takımları içerisinde en boktan en sıradan hücum eden takımıyız.Oden beklenen performansını sergileyemezse bu takım ile şampiyonluk hayal.
4. maç değil yedinci maç olacak yanlı yazmışım.
Yorum Gönder